Sabun, para, daktilo, organize, çay ve devlet.
Karanlığın nasıl da ebedi olabildiğini hayal etti. Farkında değildi olduğu ortamın. Sanki trans halinde süzülüyordu boşlukta. Ancak ayaklarının altındaki sert zemini hissedebiliyor oluşu, onun tek gerçekliği gibiydi. Birden sürüklendiği trans halinden uyanır gibi irkilerek kendine geldi. Derin nefes aldığında, alışıla gelmiş geçmişinin olduğu gibi gözleri önüne serildiğini gördü.
“Ne farkeder ki..”
Mırıldanarak kendi kendine hayıflanır gibi oldu. Şehrini, evini düşündü.. Babasını, kim bilir nerede can hıraş savaşıyordu kimlerle. Ne zamandır onu görmediğini fark etti. Özlem gibi değildi, belki terk edilmişliğin bıraktığı tortuydu yüreğini kaplayan. Baba gibi de değildi, daha çok koruyucu bir şeytan. Onun için değildi tabii ki. Dünyaya karşı, ondan ötürü idi.
“Bu şehir.. Nefret ediyorum bazen.”
Ne konuşuyordu ki zaten. Soğuk, karanlık gecenin onu dinlemediğini, hatta hiç bir şeyi umursamadığını zaten biliyordu. Babası dahi yoktu ki zaten. O adam, baba bildiği insan onun şeytanıydı. Devletin içine düştüğü içler acısı durumdan belki, korumak için yemin ettiği ülkesi için savaşa tutuşmuştu. Kazanamayacağı bir savaşa. Ama olsun du. Biliyordu ki, en azından onun için bir yerlerde savaşan bir şeytan vardı.
Olduğu yere oturdu Sarah. Nefes alıp verirken, göğsünün sıkıştığını hissetti. Normaldi. Bu şehirde yağmur yağmazdı. Bu şehirde bombalar yağardı ışıl ışıl. Görmesi güzeldi ancak sonrası değildi. Babası o organizasyona katılıp gittiğinden beridir, bu yağmurlar daha da sık yağar olmuştu.
“Belki de, öl.. Neyse..”
Konuşmayı istemiyordu hiç. Devrik cümleler anlam kazanırken, yitip gidiyorlardı zihninde.. Bulanıyor, daralıyordu. Odaklanmak zor olsa da, ayakta kalmak zorunda idi. Bu ülkede, bu devletin bayrağı altında savaşanlar için ayakta kalmalıydı.
Sarah düşünmüyordu, sadece ilerliyordu. Güvenli alandan geçip, onları sınır ötesine götürecek kamyonet için acele davranmalıydı. Beş kuruş parasını bu yüzden elinde tutmuştu onca zaman. Sağda solda sabun satarak, kazandığı beş kuruşu. Kimin ne yaptığını bilmediği menekşe kokulu sabunlarını.
Babası dediği şeytan öğretmişti ona. Ona da annesi öğretmişmiş. İçi sıkıştı. Babası olmasa da, şeytan olsada, koyulu grili sakalı onun yüzüne sürer, meleğim diye severdi. Neden severdi ki hiç anlamamıştı. Neden sarılırdı ki zaten, tanımadığı birine bir başkası?
En çok da sıcak bir bardak çay içmeyi özlemişti.
“Belki gideceğimiz ülkede de içiyorlardır ha..”
Hemen yanında bitiveren gerilla kılıklı tip ona bakıp, ne diyorsun sen der gibi elini salladı. Başını eğip, yüzünü kapatarak hızlıca ayrıldı onun yanından. Kamyonetin gecikeceğini duyurmuşlardı. Karanlıkta kalmalı ve saklanmalıymışlar. Eğer yine o ışıl ışıl yağmurlar yağmaya başlarsa, bir çok ruhun yine gümüş şehre göç edeceğini biliyordu.
Böyle diyordu çünkü, normalleşmiş olması onu rahatlatıyordu.
“Sen! şuraya diğer kadınların yanına git. Sizi ayrı kamyona alacağız.”
Sarah alışmıştı buna. O kadar alışmıştı ki, baba dediği adamın onu omzuna almasını düşünüp gülerdi olanlara. Ona insan gibi bakan, sarılan, o koyulu grili sakallı adam.
“Melekler de kadın olur küçük Sarah.”
“Neden?”
“Çünkü yaradan, güzelliği onlara vermiştir.”
“Sen de güzelsin..”
Bu küçük dialogu ne zaman hatırlasa, içi ısınırdı soğuk karanlık gecelerde. Gitmek zorunda olmasını uzun uzun anlatamayışını hatırlardı sonra. Neden onu bırakması gerektiğini geveler dururdu ağzında.
“Allah yanında olacak senin.”
“Nereden biliyorsun ki?”
“Allah meleklerini sever, güzel kızım.”
Allah kimdi ki? Madem o kadar güçlüydü neden bu şehrin yağmurları ruhları alıp götürüyordu? İnanmamıştı. İnandığı tek şey, baba dediği adamın giderken onun yüzüne bakamayışıydı. Sıkıca sarılmıştı. Silahını görmesin diye keçe paltosunun altına saklamıştı. Ama yine de sert metalin şekli kendini ele veriyordu.
“Allah, seni de korusun. Babacığım.”
“…”
Gitti. Umut beslemenin, senin cehenneme çeken bir bataklık olduğunu öğrenmişti. Ama babası ona her zaman tembih ederdi.
“Semaya bakmaktan korkma, küçük Sarah. Orası insanın sınırıdır.”
…
Uyanıp kendine geldiğinde, gün ortasını bulmuş, eşi ona sürpriz yapmak için mutfakta kendini paralıyordu. İsviçreliydi. Sarışın uzun boyluydu, akıllı, saygılıydı. Babası gibi sakalları yoktu belki fakat, babası gibi severdi onu.
Uyandığı gibi, geniş odasının, ışık alan kısmındaki masasının başına oturdu. Daktiloya uzanan parmaklarına baktı bir süre. Çıtırdayan seslere kendini teslim etmeyi seviyordu. Gözlerini kapatıp nefes aldı. Yirmi koca yılın, zihninde hızlıca kayıp gittiğini hayal etti. Semaya gözlerini dikip, gülümseyerek baba dediğini adamı gururlandırdığını hayal etti.
Bitmeyecek olan savaşa giden, gelmeyecek olan kahramanlara.. Diyerek her zaman ki mektubuna devam etti. Gitmeyecek olan mektubuna. Babasına.